11 Kasım 2013 Pazartesi

Yolculuk ve Teslimiyet

Bir hastane odasının sessiz çığlığında koridorda dolanıyordum.Hastamız 3 kişilik odada yatağında usulca uyumakta idi. Ara ara hırıltıları duyuluyordu.Odada kalacak yer olmadığından  gecenin kör karanlığında koridorda volta atıyordum. Benim gibi vakit geçirmeye çalışan refakatçilerle uykulu gözlerimiz denk geldiğinde ara ara selamlaşıyorduk.Koridorda bulduğum tekerlekli sandalyeye oturdum.Sandalyeyi yavaşça kalorifer peteğine doğru yaklaştırdım. Kafamı yastık niyetine peteğe koydum.Uykunun amansız savaşına bir an için yenildim.Ve yolculuğum başladı.
Yumuşacık bir ses duydum önce.Teslim ol dedi kulağıma.Önce sakin sonra beni silkelemek istercesine TESLİM Ol diye bağırdı. Açtım gözlerimi. Önce ovaladım doğru mu görüyorum diye baktım karşımdakine. Ses ile gördüğüm görüntü birbiri ile uyuşmuyordu sanki. Karşımda beyaz bir elbise giymiş  altı yaşlarındaki Ben duruyordu. 30 larındaki ben, altı yaşımdaki halime bakakaldım. Öyle şaşkın öyle dili tutulmuş bir şekilde. Neredeyim ne yapıyorum diye zihnimi gereksizce yoklamaya başladım.Ben bu saniyelik sorunlarla zihnimi meşgul ederken o yaklaştı ve önce öptü beni yanaklarımdan sonra hop diye kucağıma oturdu.
Nasılsın diye sordu. Yavaş yavaş kendimi toparlayıp sorularını cevaplamaya başladım.İyiyim sen nasılsın dedim.İyiyim dedi canım sıkkındı biraz ama geçti şimdi dedi.
-Ne oldu diye sordum.
-Dün yan bahçedeki kocaman dut  ağacına tırmandım, sonra inemedim ,annem de kızdı bana çok. Geldi beni indirdi dedi.
-Gülümsedim, hafifçe o an’ı 30larımdaki halimle tekrar hatırladım.Ne kadar korkmuştum ağaçtan inemeyince.
Muzip afacan gözleri ile bana dönerek büyümek nasıl dedi, 30' larına geldiğinde hayallerimizi gerçekleştirdin mi dedi.
-Önüme baktım, neydi ki hayallerim hatırlamaya çalıştım. Hatırlayamadığımı görünce sözü aldı yeniden, hani büyük adam olacaktın, iyi paralar kazanacaktın,okuyacaktın dedi.Yaptın mı bunları.
-Bir kısmını dedim,
-Mutlu musun peki dedi ? Onca zaman geçmiş ?
-Fena değilim dedim.
-Fena ne demek ben o kelimeyi henüz öğrenmedim dedi, küçücük kollarını boynuma doladı.
-Bazen iyiyim bazen kötüyüm dedim.
-İyi olmak için ne yapıyorsun dedi ?
-Durdum ne yapıyordum hakikaten dedim kendi kendime, kendimle uğraşıyorum dedim, kendimi tanımak ve geliştirmek için.
-Neden dedi? Neden uğraşıyorsun ki, bıraksana dedi.Olduğun gibi olsan olmuyor mu dedi? Büyümek böyle bir şey mi dedi?
-Sustum, onun  uykusu gelmeye başladı,hafifçe esnedi kucağıma doğru yerleşmeye başladı.Uykuya geçerken yavaşça; biz teslimiyet oyunu oynayacağız arkadaşlarla dedi.Biraz uyuyım sonra yanlarına gidicim, ufak halka oluyoruz, ortada bir ebe var, gözleri bağlı, halkada dokunduğu kişiyi tanımaya çalışıyor, bilirse ebe olan  taraf, teslim ol diye bağırıyor ve ebe olarak ortaya geçiyor dedi.Ve kapattı gözlerini.Yüzünde tatlı bir tebessümle uykunun ağırlığına bırakıverdi kendini.
Hafifçe kırpıştırdım gözlerimi, boynum tutulmuştu biraz, ama peteğin sıcaklığı iyi gelmişti koridorun serin havasında. Yavaşça doğruldum, ayağa kalktım, ses çıkarmadan odaya döndüm, hastam uyuyordu, yerime döndüm sandalyeye oturdum.
Rüyamı hatırladım gülümseyerek; sadece iki kelime vardı dudaklarımda: TESLİM OL.

Hayata teslim ol dedim kendime, güven dedim.Sonra uykuma kaldığı yerden devam ettim.

Dip not: Sevgili K.ya bu yazıyı yazmama vesile olduğu için teşekkürler.

24 Ekim 2013 Perşembe

Zil

Evde sakin sakin oturmuş kitabımı okuyordum. Zaman zaman  aklım düşüncelere kayıp gidiyor zihnimi susturmaya calışsam da ara ara başarılı olabiliyordum. Beyaz kedim bazen kucağımda bazen tepemde arsızca dolanıyordu. Ara ara güneş ışığı yüzümü yalıyor, bu serin sonbahar ikindisinde içimi ısıtıyordu.Çayım soğumaya yüz tutmuştu her zamanki gibi, içmeyi unutmuştum. Hafifçe tat versin diye içine koyduğum tarçını çıkardım kupanın içinden. Kitabımı kapatıp kafamı kaldırdım. Zihnimdeki düşünceye önce odaklanmaya sonra da göndermeye çalıştım. Kalkıp biraz yürüdüm evin içinde. Omuzlarıma attığım hırkam usulca kaydı üzerimden, yere düşmeden yakaladım.Tekrar koltuğuma oturdum.
Ansızın zil çaldı. Kapı zili. Beklediğim biri yoktu ,evde zil çalması pek alışık olduğum bir durum değildi. Arada komşu gelir kapıcı parası ister, arada da bir kaç arkadaş. Kimdi ki neydi ki gelen.
Bana, uzun gelen, aslında 10 saniye süren tereddütten sonra kapıya gittim, otomata bastım, dış kapıyı açmış oldum böylece. Kapıyı açık tuttum ve başında bekledim ki acaba yanlışlıkla biri benim zilime mi bastı diye. Havanın serinliği hafifçe ürpertti bedenimi.
Ağır ağır merdivenleri çıkan bir ses işittim. Kendinden emin ve yavaş yavaş merdivenleri çıkıyordu. Ayak sesinden erkek sanırım diye geçirdim içimden.
Hafif tedirgin ürkekçe beklemeye başladım.Teknik servis ya da belediye görevlisi miydi acaba ? Yoksa sürekli başımızdan kovmaya çalıştığımız anketörlerden miydi ?
Gelen kişinin sakin nefes alışlarına rağmen benim soluklarım gittikçe hızlanmaya başladı.Kimdi ki gelen ?
Borcum mu vardı acaba ödemeyi unuttuğum ? Haciz mi gelmişti ? Kapasa mıydım kapıyı ?
Ayak sesleri son kata gelmişti, usulca kapıyı araladım, kedi gibi kapının arkasından geleni beklemeye koyuldum. Kendimi sessiz sorulara bıraktım.
Bir an sordum kendime, hazır mıydım acaba ben bu geleni karşılamaya? Tüm soruların cevaplarını biliyor muydum? Bilebilir miydi insan tüm cevapları? Mümkün müydü bu? Planlanabilir miydi her şey? Yoksa zihni bedeni rahatlatıp akışa mı bırakmalı idi insan kendisini?
Zihnimde deli sorular vardı.Bir an nefes almayı hatırladım.Önce derin derin burnumdan nefes alıp vermeye başladım. Vücudum rahatlamaya başladı.
Sonra fark ettim ki ayak sesleri duyulmuyordu artık. Bir önceki katın ziyaretçisi idi sanırım gelen.
Sadece bir kapı zilinin zihnimde uyandırdığı soru yumağını düşününce hafifçe gülümsedim kendime. Portmantonun aynasında kendimle göz göze geldim. Bir selam çaktım kendime.
Usulca kapıyı kapatıp koltuğuma ve yarıda bıraktığım düşüncelerime, kitabıma geri döndüm.
Kim bilir  hazır olduğumda korkularımdan arındığımda her ne bekliyorsam benim de kapımı çalardı bir gün?

1 Ekim 2013 Salı

Buyrun ben burdayım

Ufacıktım yatılı okula başladığımda. Annemle babam beni okulda bıraktıklarında koca dünyada yapayalnız hissetmiştim kendimi.O kadar çok ağlarmısım ki beni terk edip gittiklerinde, bir gün hademe Fatma Teyzemiz annemleri arayıp bu kızı okuldan alın, dayanamıyor çok ağlıyor demiş.
Yıllar sonra bir danışan olarak koltukta oturduğumda karşımdaki uzman, özel hayatımla ilgili ilişkilerden bahsettiğimde bana aynen şöyle demişti: Bilinçaltında tüm erkeklerin seni bırakıp gideceğine inanıyorsun, bu yüzden ya terk ediyorsun onlar seni terk etmeden kendini güvenceye alıyorsun ya da ilişkiyi öyle bir çıkmaza getiriyorsun ki kendini terk ettiriyorsun. Hadi buradan yak bakalım demiştim kendime.
Deli miyim ben neden kendimi terk ettireyim, durup ilişkilerime baktığımda bir arıza vardı evet. Niye böyle adamları çekiyordum ki hayatıma derdim neydi. 11 yaşımda şartlarım farklıydı. Zihnim kısmen de olsa kabul ediyor bugün o günün şartlarını ama o küçük Nesli sanırım hala affedemedi ebeveynlerini.
El kadar masum çocuğu o kadar uzakta niye yatılı okutur ki insan. Bu kız okusun adam olsun, zorunluluktan dolayı güçlü olsun diye mi.
Spiritüel ve astrolojik kaynaklara bakıldığında doğduğum yıl vs itibarı ile eski hayatımda savaşçı biriymişim. Yalnızlığı bundan seviyorum sanırım.
Tek başına savaşan, sürekli etrafını kollayan o ilkel şartlarda önce canını düşünen biri. Günümüz şartlarında da canım çok tatlıdır onu da söylemeliyim. Savaşçı ruhun getirdiği şey ilişkiler tabi. Normal toplumda yaşamayınca ruhum, bu zamana ilişkileri geliştirmek ve başkalarına yardımcı olmak onların içindeki potansiyeli ve gücü çıkarmak için yardım etmeye gelmişim.
Koçluk bunun ilk adımı sanki.
İlişkiler benim bu ahiri dünyada sınavım anlayacağınız. İnsana yaşadığı şey normal gelir ya bir gün bir astrolog arkadaşımla hayat hikayemi konuşurken o fark etmemi sağlamıştı, şöyle demişti: Farkında mısın Nesligül aslında okul ve iş hayatın ne kadar düzgün ve iyi gitmiş, çoğu insan bunun için deli mücadele veriyor. Oysaki ben bunu belki biraz travmatik ama düzgün atlamıştım. O güne kadar ben yaşadıklarımı çok normal herkes böyle yaşıyor sanıyordum.
Her neyse gelelim terk edilme mevzu una. İletişimi öğrenmem biraz zaman aldı özellikle yüz yüze olanı..Yazmayı bu yüzden seviyorum galiba daha kolay geliyor.
En trajikomik özelde terk edilme hikayem şöyle. Bir arkadaşım vasıtası ile tanıştık ve hopp karsı taraf aşık oldu.Ben de bu ilgi karşısında seyirci kalamadım. Bir o kadar düşünceli ilgili ve romantik bir adam. Okumuş tahsilli yani. Prenses olmak harika  idi. Hiç kimse benim için şiirler, dörtlükler yazmamıştı o güne kadar. Mest olmuştum. İlk bir ay alışma süresi süper geçti.Sonra ayaklar yere basmaya başlayınca ben hep bağımlısı olduğum ilgiyi daha fazla talep eder hale geldim. Huysuz ufak bir kız çocuğuna dönmüştüm.Karşı tarafında ailevi problemleri olduğu su yüzeyine cıktı. Hafif uzaklaşmalar başlamıştı, o sırada iş nedeni ile yurt dışı seyahatine çıktım. Sabah gelen mesajlar gelmemeye ve az aranmaya başlamıştım. Dönüşte elimde hediyeler falan aranmayı bekledim tık yok. Aradığımda bir hafta süre isteyip sonrasında kestirip atan ve yapamayacağını söyleyen bir ses vardı karşımda. Yüz yüze konuşalım demişti. Ama kararımdan vazgeçmem demişti. Her neyse yüz yüze konuşmaya cesaretim yoktu. Aslında o telefon konuşmasında fark ettiğim ve beynime kazınan şey kararım değişmez lafı idi. Hiç esneklik yoktu hayatının hiç bir yerinde. Her şey siyah ve beyazdı onun için. Oysaki griler çoktu  hayatta. İnsanlar değişir gelişir. Bu katı tutum rahatsız etmişti beni, sanırım o noktada adamın benim için doğru olmadığını idrak etmiştim. Bir şekilde birbirimizin ihtiyaçlarını gidermek için kafamızdaki idealize ilişkileri yaşamaya çalışmış ama gerçekler su yüzeyine çıkınca yapamayacağımızı anlamıştık.
Bu adamın benim hayatımdaki görevi sanırım bana ilişkiler konusunda ayna tutması idi.O güne kadar gayet başarılı görünen okul ve iş hayatımın yanı sıra ilişkiler konusunda kendimi başarısız hissediyordum.Bu gerçeği kabullenmeyi ve kendimi geliştirmek için ilk adımı atmamı sağladı.
Hayata binlerce teşekkürler.

29 Ağustos 2013 Perşembe

Bir hayat okulu: Yatılılık bölüm 3

İlkokulda otoriter bir  öğretmenimiz vardı. Öğretmenimiz kendince sınıfın parlak öğrencilerinden bir grup oluşturup derslerden sonra bizleri o zamanki Anadolu liseleri, parasız yatılı ve özel okul sınavlarına hazırlardı. O dönemde  sınavı kazanmalıyım diye kendime hedef koymuştum. Yıllar sonra, annemin anlattığına göre sınav giriş parasının bir kısmını  kendimce biriktirmişim. Bizimkiler,  3 çocuk okutan bir işçi ailesi olarak bu kız kazanırsa nasıl okuturuz telaşına düşmüşler. Ama bilmezler ki çocukların para ya da zaman algısı yoktur. Benim de yoktu, o yüzden onları anlamazdım.Yine de sınavlara girdim.
Sınav, yaşadığımız ufak kasabanın bağlı olduğu ilde yapıldı. O kadar çok heyecanlanmıştım ki sınavda bildiklerimi bile yapamamıştım ve çok üzülmüştüm.O yaz  bir akrabamızın köyüne ziyaretine gitmiştik.O sınav anını düşünüp zihnimde soruları tekrar cevaplandırmıştım, zamanı o kadar çok geriye sarmak istemiştim ki ,sınavı tekrar yapabilmek için. Keşke zaman makinesi olsa diye düşünmüştüm..
Sanırım o kadar içten istemişim ki okula kayıt olmayı, kontenjan vs ye bakılınca zaten tek tercihimiz olan İstanbul'daki Cağaloğlu Anadolu Lisesine  kayıt oldum.
Küçük yerlerde tüm törenler bir seremoni halinde yapılır. İstanbul a okumaya geleceğim zamanı çok net hatırlıyorum.Tüm komşular evde toplanmış, herkes bana veda ediyordu. Ben sadece izliyordum. Ablalar bana ilerde başıma gelebilecek regl vs gibi konularda kendilerince bilgi veriyorlardı, toplumsal imece bu sanırım. Babam beni okula götürecekti. Annemin bana sarılıp bırakmayışını hiç unutmam, bir anne olarak uzaklarda okumamı hiç istememişti o dönem. Babam çok destek olmuştu.Yıllar sonra bir uzmanla geçmişimle ilgili konuşurken, bu anıyı anlattığımda  sorduğu soru,  o anı üzerinde tekrar düşünmeme sebep olmuştu: Sahi sarılıp bırakamayan gerçekten annem miydi ben miydim acaba? Sanırım bunun cevabını hiçbir zaman bilemeyeceğim.

Yatılı okula 11 yaşında başlayınca o vakitler en çok yokluğunu hissettiğim şey  anne baba sevgisi idi. O zamanlar yatakhanede  20 çocuk kalabalık bir aile gibi görünse de herkes hafta sonu eve gittiğinde siz  değerli yalnızlığınızla başbaşa kalırdınız.
İlk regl olduğum günü hatırlıyorum mesela. Ablaların anlattığı kulaktan dolma bilgilere sahiptik. Yaşdaşlarımız regl olduğu için biz de bunu büyümenin bir işareti saydığımızdan yanımızda hep bir ped taşırdık. İlk regl olduğumda annemi aradım heyecanla jetonlu telefonla. Anne ben regl oldum dedim. Sevgi ve ilgi bekleyen bir çocuk olarak. Sanırım 12 yaşında idim. Bazen beklentiniz 550 km uzakta olan  birine bir jetonla yansımayabilir. Annem de sanırım vicdan azabının ve ne diyeceğini bilememenin etkisi ile ben uzaktan ne yapabilirim demişti.O yaştaki bir çocuk için büyük bir hayal kırıklığı yaşamıştım.
Okul hadememiz bir gün bizimkiler telefon ettiğinde bu kızı alın okuldan çok ağlıyor demiş. İlk 2-3 ay alışmak  çok zor gelmişti. Ben de telefonda alışamadığımı ve beni alın diye söylermişim telefonla. Miş'im diyorum çünkü hafızam bir çok olayı silmiş görünüyor.
Sonra annemle babam bana bir mektup yazdı, güçlü olmam gerektiği  ve okumak için biraz sabretmem gerektiği  ile ilgili. Mektuptan   sonra hala beni okuldan almalarını istersem alacaklarını ama kararı benim vermem gerektiğini bildiren bir mektup. Sanırım ben mektubu okuduğum   anda artık çocuk olmaktan çıkmıştım. Birden kocaman bir yetişkin olmuştum. Okuma hırsım yüzümden okulda kalmaya karar vermiştim.
Yıllar sonra hafta sonu evci çıkan yatılı arkadaşlarımla görüştüğümde yatılılığa  alışma dönemlerinde hep beni kendilerine motto olarak alıp bak Nesligül daimi kalıyor diyip kendilerini avuttuklarını itiraf edeceklerdi.
Yatılılıktan bana kalan miras duygu uzun yıllar boyunca yalnızlık duygusu  oldu . Ben bunun yükünü yıllarca taşıdım .Önce farkında olmayarak , sonra  fark ederek, dönüştürerek ve geliştirerek ve bu satırları yazarken gülümseyerek. Var mı  böyle miras duygularınız şu anda sizi gülümseten?








30 Temmuz 2013 Salı

Bir hayat okulu: Yatılılık bölüm 2


Merhaba yatılılıkla ilgili yazdığım yazının devamıdır. İlkini merak edenler Nisan ayındaki yazımı okuyabilirler.
Hayatım boyunca insanlara farklı ve ön yargılı davranmamaya çalıştım elimden geldiğince. Bu ne demekti benim için; yeni tanıştığım insanlara karşı  bir duvar örmemek, olanı olduğu gibi kabul etmek demekti.
İnsanların dilini, dinini, mezhebini, siyasi düşüncesini, mali durumunu sorgulamadan kabullenmeyi elimden geldiğimce yapmaya çalışıyorum. Peki ben bunu nerede öğrendim?
Yatılı okumanın getirisi idi bu. 20 farklı çocukla 11 yaşından itibaren bir koğuşta kalmanın bize öğrettiği en muhteşem şeylerden biriydi bence. Öncelikle kocaman bir aile idik biz. 20 yakın dost, kan kardeşi, yeri gelince can yoldaşı, kanka, en iyi arkadaş, abla idik.

Her şeyimizi paylaşırdık biz.Yiyeceğimizi, içeceğimizi, kıyafetlerimizi , spor derslerinde giydiğimiz eşofmanları da.
İçlerimizde maddi durumu çok iyi olanlar, çok kötü olanlar, ateistler, inançlılar, solcular, dini mezhebi farklı olanlar vardı. Okul dışında türbanını takan da vardı, Ermenisi de Çerkezi de.Hiçbir zaman sorgulamadık biz dinimizi, milliyetimizi. Gerek de yoktu zaten.
Gri ranzalarımız ve dolaplarımız vardı, içlerine tek kişilik dünyalarımızı sığdırmaya çalıştığımız.
Etüt denen bir çalışma sistemi vardı.Sabahları ve akşamları ders çalışmak zorunda olduğumuz. Özel ders almaya ihtiyacımız olmadı hiç. Çünkü etütlerde soru  soracak arkadaşlarımız ve belletmen öğretmenlerimiz vardı
Okuldan kafamıza göre dışarı çıkamazdık.Yazılı izne tabi idi dışarı çıkmalarımız. Belletmen dediğimiz yatılı  öğretmenlerimizden izin kağıdı alırdık, üzerine giriş ve çıkış saatlerimiz yazılı olurdu. Danışmaya gösterir öyle çıkardık dışarı.Özgürlüğümüz, istisnai bir durum yok ise,  en fazla 45 dakika olurdu. İzin bitiminde, kendimizi, izin aldığımız belletmene gösterirdik ki geldiğimiz anlaşılsın.
Daimi yatılı okuyan biri olarak sadece veli toplantılarında içim burkulurdu biraz, herkesin velisi gelirdi,  benim gibi ailesi uzak olanların velileri gelemezdi. Biz de yakın arkadaşlarımızın ailelerinden rica ederdik durumlarımızı öğrenmelerini.
O vakitler cep telefonları yoktu tabii.İletişimin tek kaynağı okul girişinde bulunan danışmadaki telefondu. Oldum olası anonsları o yüzden sevmem belki de.Telefon geldiğinde ismimiz ve soyadımız telefonunuz var diye anons edilir, telefon açan kişiye;  anonsun yapıldığı ve on dakika sonra tekrar telefon etmeleri söylenirdi.Tabi bizim gibi küçük veletlerin anonsu duyup üst sıradaki ranzadan atlayıp üstüne çeki düzen vererek binadan çıkması ve genelde koşarak danışmaya ulaşması en az on dakika sürerdi.
Biz telefon etmek istediğimizde ise önce jetonlu daha sonra telefon kartına dönüşen telefonlar vardı.Kimse bilmezdi yatılılardan başka, o telefonların dışarıdan da o zamanlar aranılabilir olduğunu. Babam her memlekete gittiğimde bir poşet jeton verirdi bana. Ufak jetonlar İstanbul içi aramalar, orta boy ise şehir dışı aramalar için kullanılırdı.
Hafta sonu okulda kalıp çok sıkıldığımda telefon defterimden bütün sınıf arkadaşlarımı alfabetik sıralamaya göre arardım. Telefon sıraları olurdu, herkes konuşabilsin diye kimse uzun uzun konuşmazdı telefonda.
Tuvalet ve banyolar tahmin edebileceğiniz üzere ortaktı, yeri gelir biz temizlerdik.
Daha sonraki yıllar, çamaşır makinesi alındığında, o velet halimle dünyanın en mutlu insanı olmuştum.
Benim gibi erken uyuyanlar, sabah uyandığında  önceki gecenin muhabbetine dair yapılan esprileri anlamaz ve suratımız düşerdi, beklerdik ki birileri bize açıklasın. O vakitler radyo programları da yeni başlamıştı. Baş başa yatılan ranzalarda kulaklıklar hep paylaşılırdı.
Televizyon odamız vardı, bir kanepeye sıkışıp Pazar akşamları parliament sinema gecelerini izlediğimiz.
Bu kadar farklı çocuğun yaşadığı, güzel hikayelerin olduğu  bir yatakhane sizce de Türkiye'nin bir mozaiği değil midir? Hep paylaşmak ve görmek istediğimiz, ne dersiniz?

10 Haziran 2013 Pazartesi

Gezi cesareti

Aşağıdaki okuyacaklarınız yaklaşık 2 hafta önce başlayan gezi parkı olayları sırasında edindiğim ve yaşadığım izlenimler ile ilgilidir.
Her şey benim için 29 mayıs sabahı twitter da gezi parkı ile  ilgili haberleri okumam ile başladı.Bir çığlık şeklinde herkes parka koşup ağaçların kesilmesini durdurmak için organize olmaya çalışıyordu.
Ağaçların kesilmesi, şehrin merkezindeki yaşam alanının tahrip edilmeye çalışılması hiç hoşuma gitmemişti. Ağaç dediğin 10 günde filizlenmedi ki. Onca emek boşa gidecekti. O kadar üzülmüştüm ki, o gece orada çadır kuranları görmeye karar verdim.
Ben a politik yetiştirilmiş bir kuşaktan geliyorum. Aman evladım siyasi işlere bulaşma der benim annem de. Etliye sütlüye karışmayan bir nesil olarak yetiştirildik ya da öyle tercih ettik.
Hiçbir eyleme katılmamış biri olarak tek başıma gitmeye cesaret edemedim geziye. Henüz ilk polis müdahalesi olmamıştı. Benim gibi bir  plaza insanı topuklu ayakkabı ile  ne kadar kaçabilirdi ki. Uzun zamandır görmediğim bir arkadaşımla,o gün  taksimde buluşup yemek yedikten sonra yavaş adımlarla gezi parkına doğru ilerlemeye başladık. Parkın girişi çok kalabalık değildi. İç taraflara doğru ilerleyince, arka tarafta birikmiş kalabalığı ve çadırları gördüm.Mikrofonu eline alan türkü  ve şarkı söylüyor, herkes bir ağızdan yeşil-ime dokunma diye bağırıyordu. Parkın arka tarafında, divan oteline bakan trafiğin verildiği tarafa doğru ufak ufak ilerledik.Yolda, bir gönüllü elinde –yeşili çalma korna çal –yazan bir pankartla oradan geçen arabaları korna çalmaya ve tepki vermeye davet ediyordu. Parkın tarafında olan bizler de deli gibi alkışlamaya başladık korna çalanları.
Hayatımda ilk defa belki de böyle yeşil bir eyleme katılmanın haklı gururunu yaşıyordum.Oradaki ulu ağaçlara baktığımda grubun da enerjisi ile öyle bir duygulandık ki arkadaşımla, gözyaşlarımıza engel olamadık.
Biraz daha parkta oturduktan sonra evlerimize geri döndük.
Ertesi sabah yine twitter da ilk polis müdahalesinin yapıldığını ve eylemcilerin direnerek bir süre sonra tekrar çadırlarını kurduğunu okudum. İçimden bir ses bu eylem diğerleri gibi sonuçsuz kalmamalı diyordu. Çünkü doğadan bir şey aldığınızda onun misliyle insanoğlundan gittiğini yaşadığımız doğal felaketler sonucu hepimiz bir şekilde tecrübe etmiştik.
Ve önceki Cuma 2.müdahale sonrası başlayan ve hala devam eden  direniş ve getirdiklerini hepimiz takip ediyoruz.
Peki bunca insan ben de dahil olmak üzere ne oldu da sokaklara döküldük? Kimimiz ön safhalarda kimimiz arka safhalarda herkes neden destek verdi bu eylemlere? Sanırım herkesin söyleyecek bir sözü vardı.
Ben kendi adıma çok net söyleyebilirim ki, korku idi bizi sokaklara dökemeyen.Yerini ise şimdi bir parça cesaret aldı. Değerler aldı. Kişisel olarak önemli ve değerli olduğunun farkına varan her birey tepkisini dile getirdi. Herkes kendince pesimistlikten vazgeçip eyleme geçince müthiş bir sinerji doğdu.Şimdi bakınca aslında en güzel farkındalığın, insanın birey olarak iyi şeyleri yaşamayı hak ettiğini düşünmesi ile başladığını gözlemledim. Şimdi soralım kendimize, bir iki ağacın içimizde uyandırdığı cesaretin gelecek günlerde de tüm korkularımızı silmesine izin verelim mi?

29 Mayıs 2013 Çarşamba

Çocukluğum

Bahçeli müstakil bir evde, ufak bir kasabada  büyüdüm ben. Mahalle çocuğu idim. İstop ,taş sektirmece, kiraz ağacına tırmanma, arkadaşlarla tiyatro denemelerimiz, hepsi ama hepsi o bahçede geçti. İlkokulu eve yakın olanlardandım ben de. Öğle aralarında koşa koşa eve yemek yemeye giderdik. 11 yaşında yatılı okula başlayınca başka bir çevrede buldum kendimi. Ama evimiz hep bir kaçış ve dinlence noktası idi benim için. Hele ki bahçemiz, o elma ağaçları, muşmula, böğürtlen. Küçükken ne zaman kızsam küssem birilerine bahçeye kaçardım ben.Tek başıma oturur, otlarla oynar ve sakinleşirdim. Uzun bir süre, uyandığında kağıt paraya dönüşecek bu otlar dedikleri için, yastığımın altına o uzun yeşil  otları koyar, her sabah heyecanla yastığın altına bakar ve hayal kırıklığı yaşardım. Ta ki biri bana bunun masal olduğunu anlatana kadar. Dalından yerdik biz bütün meyveleri. Her şey taze idi. Organik diye bir kavram yoktu. Küçükken gözlemlediğim ilk şeylerden biri, sabahları uyanır uyanmaz annemin bahçeyi ve çiçekleri sulaması idi. Kahvaltıya başlamadan önce çiçeklerden başlardı sulamaya. Öncelik hep çiçeklerin, ağaçların, meyve ve sebzelerin idi. Evin dışı kadar içi de çiçekle doluydu. Hep toprakla uğraşırdı annem. Bahçe bellemek diye bir kavram vardı. İmece usulü, komşuların bahçeleri el birliği ile vakit geldiğinde bellenirdi. Ben elime alırdım bel i, 2-3 bel vurur toprağa, sonra arkadaşlarla fındık bahçesinden fındık çalmaya giderdik. Her seferinde de yakalanır ve amca tarafından kovalanırdık.Hıdırellez gelince de ateş yakılır üstünden atlardık. Sopanın ucuna mendili, bohça şeklinde bağlar, evlerin kapısını çalar, ufak hediyeler toplardık. Yumurta verirlerdi genelde. Tüm mahalle toplu halde pikniğe, denize giderdik. Herkes yiyecek içecek getirir ne varsa paylaşılırdı. Şimdi geriye dönük baktığımda aslında ne kadar güzel bir çocukluk geçirdiğimi görüyorum. Çok şanslıymışım aslında.O yüzdendir ki ne zaman bir yerlerde ağaç kesildiğini okusam içim cız eder. Mutlu bir çocukluk geçirmiş biri olarak, bir fidanı  ya da çiçeği dikmenin, yetiştirmenin ne kadar kıymetli, emek ve özen isteyen bir şey olduğunu bilirim. O ağaçlara balta vuran eller sanki benim çocukluğuma da balta vurmuşlar gibi hissederim. Güzel çocukluk anılarıdır bizi dimdik ayakta tutan aslında, var mı sizin böyle mutlu anılarınız?

27 Mayıs 2013 Pazartesi

Bilge ile öğrencisi

Aşağıda okuyacaklarınız bir bilge ile öğrencisi arasında geçmektedir.
Öğrenci : Bir set var önümde beni engelleyen?
Bilge     : Ben göremiyorum, nasıl bir set tarif et bana.
Öğrenci: Sanki küçük bir çocuğum, önümde upuzun yükseklikte bir kapı var, kapının arkasında istediğim dünya, bir türlü boyum yetişmiyor kapıyı açmak için, ara ara zıplayıp kapının deliğinden bakmaya çalışıyorum.Silik bir deniz manzarası gördüm ama.Tamamını nasıl görebilirim?
Bilge     : Sence tamamını görebilmek için ne yapmalısın?
Öğrenci : Vaktin geçip boyumun uzamasını beklemeliyim sanırım.
Bilge      : Bildiğim kadarı ile bilimsel olarak, belli bir yaştan sonra büyüme hormonu salgılamıyor vücut. Başka neler yapabilirsin?
Öğrenci: Bilmem ki ayağımın altına bir destek mi koysam?
Bilge      :Ya başka neler yapabilirsin? Hiç kapıya vurmayı denedin mi?
Öğrenci : Denemedim ama bana ne faydası olacak ki ?
Bilge : Peki, Kapı nasıl bir şey bana tarif eder misin? Düşünce olarak değil ama duygu olarak anlatır mısın?
Öğrenci : Engellenmiş hissi yaratıyor bende. Adım atmak istiyorum ama atamıyorum sanki.
Bilge     : Peki kapı ile ne yapmak istiyorsun?
Öğrenci : Merak ediyorum aslında, tamamen açıp ardındakileri görmek güzel olabilir. Kapı tamamen kapanırsa ne yaparım bilemem ama  ardımda bıraktıklarım için.
Bilge     :Peki kapıyı yaratan sen misin?
Öğrenci : Olabilir belki de.
Bilge : Bu engellenmişlik hissi neye sebep oluyor sende?
Öğrenci : Adım atmama engel oluyor, ilerleyemiyorum.
Bilge     : Kendine yarattığın bu engellerden besleniyor musun?
Öğrenci: Beslenmek mi, bir insan neden yapsın bunu kendine der bir taraftan da bir sorgulamaya girer içten içe.
Sevgili bilgemiz de uzun uzun ufka doğru bakar, öğrencisinin bu sessizliğini kendi içinde sessizce onaylayarak.
Bilir ki bu engellenmiş hissini yaratan da  yaşayan da kişinin kendisidir.
Kapı duvar ya da taş, önünüze koyduğunuz engelleri bir düşünün, var olmasalardı orada olmasalardı nasıl olurdu hayat? Bir sorun kendinize...

21 Mayıs 2013 Salı

Kendin olmak

Kişisel gelişim ve değişim yolunda okuduğum kitaplarda ya da seminerlerde 
en çok rastladığım sözcüklerden biridir.
Kendin ol. Ne demek ki kendin olmak?
Ol kelimesinin başına herhangi bir sıfat getirince daha anlamlı oluyor sanki. 
Mutlu ol, sağlıklı ol, neşeli ol gibi.
Kendin olmak deyince anladığım ilk şey, kendini sevmek.Gerçekten sevmek ama.
Barışık olmak kendinle .
Sevdiğin özellikleri yüceltmek.
Sevmediğin özelliklerini kabullenmek ve bu özelliklerini geliştirmek demek.
Net olmak, doğal olmak demek.
Kendine değer vermek demek.
Kendini sevgiye şefkate boğmak, pamuklara sarmak demek.
En güzel hediyeyi kendine almak demek.
Kendini şımartmak demek.
Ne istiyorum diye düşünmek demek
Bir kediye, köpeğe ya da küçük bir çocuğa gösterdiğin merhameti kendine 
misliyle göstermek demek.
Kendine izin vermek demek.
Şu dünyada beni mutlu eden ne acaba diye sormak demek.
Bittiğini,yorulduğunu düşündüğün anlarda içten gelen o muazzam güç demek.
Bazen küçük bir çocuk gibi davranmak demek.
Özgür olmak demek
Sevgini paylaşmak demek.
Bir sorun kendinize,  sizce kendiniz olmak ne demek?

25 Nisan 2013 Perşembe

Bir hayat okulu:Yatılılık


Yatılı okuyan biri olarak düşündüklerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.
Yatılı hikayemiz 11 yaşında başladı bizim. Kısacık kesilmiş saçlarımızla 20 kişilik bir koğuşta şaşkın şaşkın etrafa bakıyorduk.Gri dolaplarımıza annelerimiz eşyalarımızı yerleştirirken, dümdüz serilmiş pikelerimizin üstünde oturup birbirimize; sen kız mısın erkek misin diye sorardık. Cinsiyetsiz sanırdık sanırım kendimizi. Kızım, ya sen derdik. Karşımızdaki ben de derdi. O ‘’de’’ ekinin ileride nasıl güzel paylaşımlara yol açacağını bilmeden sessizce sallardık başımızı.
Annemle babam beni okulun kapısından ilk soktuklarında, bahçedeki tören çoktan başlamıştı. Müdür odasında oturup törenin bitmesini bekliyorduk. O kadar heyecanlıydım ki küçük bir şehirden gelmiş biri olarak İstanbul gibi kocaman bir şehirde bir okula başlamak düşüncesi sürekli midemde dolaşıp duruyordu. O velet halimle sanırım kendimi bir İngiliz prenses okulunda zannettiğimdendir ki annemlere burada yemekleri çatal bıçakla mı yiyorlar diye sormuştum. Ben bıçak kullanmasını bilmiyordum ki. Ah ne büyük eksiklik gelmişti o zaman bu benim gözüme. Sanki kasaba ve şehir farkı burada idi. Kasabada bıçak kullanılmaz.Tüm İstanbul, bir asilzade edası ile bıçak  kullanarak yemeklerini kuş lokmaları şeklinde yiyordu sanki.
Sonra yatakhaneye geçtik. Bir sürü ebeveyn dolaşıyordu etrafta.Temiz çarşaflar beyaz pikeler uçuşuyordu her yerde. İsimlerimizin baş harfleri işlenmişti nevresimlerin bir köşesine, karışmasın başkası ile diye. Annelerin; bak gömleğin şurada, diş fırçan burada diye başlayan tembihleri duyuluyordu. Bizler ise şaşkın bir o kadar meraklı etrafa bakan veletler'dik sadece.
Sonra, belletmen dediğimiz yatakhane hocalarımız geldi. Kuralları anlatmaya başladılar. Şu saatte kahvaltı,yemek ve etüt saatleri diye. Okuldan dışarı çıkmak yasak, ablalarınızla beraber bizden izin alarak izin kağıdı doldurarak çıkabilirsiniz dediler.
11 yaşında böylece başladı hikayemiz.
Yatılı okumanın kolaylıklarından biri kitabınızı ya da defterinizi unuttuğunuzda hemen yatakhaneye çıkıp alabilirdiniz. Hasta iseniz yine hemen yatakhaneye çıkıp dinlenirdiniz.
En güzeli ise; 20 velet aynı odada uyursunuz. Etütlerde hep berabersinizdir. Kocaman bir oyun grubunuz vardır. 20 farklı kardeşiniz var gibi düşünün. Paylaşmayı öğrenirsiniz yatılıda. Korumayı ve kollamayı da. Birbirinizin gözü önünde büyürsünüz. İlk regl , ilk sigara ve alkol deneyiminizde, ilk erkek arkadaşınız olduğunda hep anlatacak birileri vardır etrafınızda.Ebeveynleriniz her an yanınızda  olamasa da arkadaşlarınız çoktur.Tüm kıyafetler ortaktır.Tabii yiyecekler de.Her şey ortak paylaşıma açıktır.
O kadar çok şey öğretir ki yatılılık, 20 sene sonra yolda yatılı bir arkadaşınızı gördüğünüzde gözlerinizin parlaması ondandır.Çünkü sizin gördüğünüz 35-40 ' larında bir kadın değil;11 yaşında sen kız mısın erkek misin diye soran velet'tir.
Var mı sizin böyle dostlarınız, kaldığı yerden hiçbir şey olmamış gibi devam eden paylaşımlarınız?
Varsa çok şanslısınız.

22 Nisan 2013 Pazartesi

ABC

İlkokulda ilk öğrendiğimiz şeylerden biridir alfabe. Konuşmak yazmak için gerekli olan 29 harf.8 ünlü 21 ünsüz harf. İletişimin herşeyi.Dün akşam bir arkadaşımın tavsiyesi ile bir film izledim. Filmin adı Black, Hint-Amerikan 2005 yapımı bir film. Dramatik unsurlar içeren bir film.Film 2 yaşında kör ve sağır olan ufak bir kızla ona yaşamın alfabesini öğreten öğretmenini anlatıyor.Filmin açılış cümlesi çok etkileyici. Öğretmen ufak kız çocuğuna işaret alfabesini eli ile öğretiyor.Ve şöyle diyor ufak kıza: Herkesin alfabesi ABC diye başlar ama seninki farklı, seninki B-L-A-C-K diye başlar diyor.Ufak kız gözlerinin ve kulaklarının yerine ellerini koyuyor.Elleri onun tek iletişim aracı.Ben çok etkilendim ve yer yer ağladım filmde.Öyle güzel mesajlar veriyor ki.Umudun ve cesaretin çok önemli olduğunu anlatıyor.Ve filmde bir yerde Öğretmen öğrencisine imkansız diye bir şey yoktur diyor. Ben sana imkansızlığı öğretmedim diyor, ufak kız umutsuzluğa düştüğünde.Hayatınızın A B C lerini bir düşünün bakalım.Olmazsa olmaz dediklerinizi bir düşünün. Bunlar hakikaten, olmazsa olmaz şeyler mi yoksa arkasına sığındığınız yaslandığınız korkuluklarınız mı ?Bir düşünün imkansız dedikleriniz var mı şu hayatta?Ya şükrettikleriniz, her sabah uyanıp aynaya baktığınızda gerçekten şükrediyor musunuz varlığınıza? Bir nefes alabildiğiniz için, görebildiğiniz ,duyabildiğiniz, dokunabildiğiniz, tat aldığınız için?Hadi bir dürüst olun kendinize.

11 Nisan 2013 Perşembe

Yeter ki iste

Başlık Deepak Chopra nın kitabına ait. Kişisel gelişim kitabı. Hayata dair, farkındalıklarla ilgili güzel bir kitap. Henüz kitabın ortalarındayım, şimdilik güzel gidiyor.
Dün gece uyumadan önce kitaptan birkaç sayfa okumak istedim. Tesadüfleri anlatan bir bölümdü.
Aslında tesadüflerin zaman kavramında bizim yorumladığımız biçimde olmadığını söylüyor yazar.
Yaşadığımız tüm tesadüf diye belirttiğimiz olayların aslında niyet ve hedeflerimize giden yolda bizim istediğimiz adımlar olduğunu belirtmiş. Zihin va zaman kurgusu ile biz bunları tesadüf olarak yorumluyor ve yolumuza devam ediyoruz. Aslında gerçekleşen tesadüfler içten içe bizim istediğimiz olaylar.
Çoğu kişisel gelişim kitabında hep 'ANI 'yaşayın der. Geçmiş ve gelecek yoktur,  şu anı yaşayın der. Ben hep evet der geçerdim bu cümlenin üzerinden. Zihnim onaylar ama yüreğim pek geçit vermezdi. Sonradan, daha doğrusu dün gece farkettim.
Birey olarak aslında farkında olmasak da  kendi senaryolarımızı yaşıyoruz. Geçmiş ve gelecek zihnimizde aslında, onları inşa edip yaşayan biziz. Yani ben şu anda, herhangi bir olayla ilgili gelecekte ne olur endişesi taşıyorsam set çekiyorum önüme.Ya da geçmişte şöyle olmuştu dersem de aynı şekilde set çekmiş oluyorum. Düşüncemi ve bakış açımı değiştirirsem aslında bir nevi geleceğimi de değiştirmiş oluyorum.
Olumlu düşünce hep önemli derler ya, bu aslında psikolojideki duygu, düşünce, davranış denklemini getiriyor aklıma ilkin. Duygumu değiştirdiğimde, düşümcem değişiyor, düşüncemi değiştirdiğimde de şu anda yaşadığım olaya bakış açımı değiştiriyorum, bu da otomatikman aslında ilerde atacağım adımlarımı yani geleceğimi de değiştiriyor.
Geleceğimizi inşa etmemiz bizim elimizde aslında. O muazzam güç içimizde, kendimizde. Ben de dahil herkes bu gücü dışarıda arıyor, hakikat o güzelim yüreklerimizde.
Bu durumda sorulacak en güzel soru: Ne istiyorsunuz? Gerçekten ne istiyorsunuz?
Şu anda nerede ne yapmak istiyorsunuz? Mutlu musunuz yaşadığınız andan, yerden veya kişilerden? Yoksa daimi şikayetçiler kervanına katılanlardan mısınız?
İçinizdeki gücün farkına varıp birşeyleri değiştirme vakti gelmedi mi? Yeter ki isteyin.

Sihirli değnek


Sihirli bir değneğiniz olsa ne yapmak isterdiniz? Kapatın gözlerinizi hayal edin şu anda,farz edin ki  ben size sihirli bir değnek veriyorum. Diyorum ki 3 değerli hakkınız var, geriye dönüşünüz yok. 3 yeni dilek dileyebilirsiniz ya da geçmişe gidip 3 olayı kendi davranışlarınızda değiştirebilirsiniz.Bir nevi Aladdin’in Sihirli lambası.
Hadi söyleyin bana siz hangisini tercih edersiniz? 3 yeni dilek mi dilerdiniz mesela? Neler olurdu bu dilekler? Mesela önce kendinizle mi ilgili olurdu, yoksa sevdikleriniz önce mi gelirdi? Yoksa dünya ve evren için mi olurdu dilekleriniz?
Sınırlı mı tutardınız  hayallerinizi, örneğin bir araba bir ev diye mi başlardı cümleleriniz ya da kocaman olur muydu hayalleriniz, uzaya gitmek istiyorum, Antarktika'ya gitmek istiyorum mu derdiniz? Potansiyelinizin altında dileklerde mi bulunurdunuz mesela? Haydi güzelce sorun kendinize. Ne olurdu cevaplarınız?
Diyelim ki geçmişe gitmeye karar verdiniz. Hayatınızı etkilediğine inandığınız olaylarda farklı davranarak akışı değiştirmek istediniz. Hangi olaylar olurdu bunlar, kaçırılan bir fırsat, sevgili ya da söylenmemesi gereken bir söz mü olurdu acaba? Kırdıklarınız, incittikleriniz mi var acaba?
Ya da  her şeyi yerli yerinde akışında mı bırakmak gerekir ne dersiniz?
Okuduğum bir kitapta yazar şöyle demiş: Niyetlerinizi belirleyin ve ilk adımı atın.Sonrasını evrene bırakın. Evren, akışı sizin hayrınıza göre düzenler. Ola ki müdahale ederseniz ego devreye girer ve akışı bozmuş olursunuz.
Ne dersiniz hayatın içinde su gibi akmaya devam mı ya da var mı sihre ihtiyacınız? 

8 Nisan 2013 Pazartesi

Mesela

Bana bir masal anlat baba
Bana bir masal anlat baba, içlerinde yeşil ormanların olduğu, şelalerin aktığı,
mis gibi havanın olduğu bir yer anlat bana.
Derin derin nefes aldığımız bir yer olsun. Nefesi bırakırken yüzümüzde ufak tebessümler olsun.
Uzak ufuklara bakarken hayallerimizin gerçekleştiğini düşleyelim mesela. Bulutlar evimiz olsun.
Onların üzerinde giderken sevdiklerimize kuşbakışı yukarıdan bakalım.
Hayvanlar yoldaşımız, doğa en yakın dostumuz olsun.
Sağlık fışkırsın yanaklarımızdan, bulutların üzerinden denize inelim sevdiklerimizle.
Sırtüstü uzanalım kumsala, parıl parıl parlayan altın sarısı kumların üstünde
denizin enginliğinde kaybolalım mesela.
Evimizden kalabalık eksik olmasın mesela.Kahkahalar çınlatsın her yeri,
kimse birbirinin kalbini kırmasın.
Doğallık, içtenlik, sadelik en yüce erdem olsun mesela.
Hele ki bahar geldiğinde büyük bir yemek eşliğinde kutlayalım bunu.

Şarkılar türküler söyleyelim, şiirler okuyalım birbirimize.

Tüketim yerine paylaşmayı öğrenelim mesela.
Birbirimize sevdiğimizi söyleyelim .
Hadi babacığım bana bir masal anlat, mutlu başlayıp mutlu biten.

28 Mart 2013 Perşembe

Kuş olmak

Ben küçükken, yan tarafımızda oturan benden büyük bir kuzenim iş nedeni ile şehir dışına yerleşmişti. Uzak bir şehre öğretmenlik yapmak için tayini çıkmıştı. Ben ilkokula gidiyordum o sıralar. Annem mektup yazın demişti. O uzakta ya böyle iletişim kurarsınız demişti. Mektupta ne yazılır hiç bir fikrim yoktu.Aldım beyaz kağıdı, yazmaya başladım. Sevgili kuzenim dedim ve o gün neler yaptığımı anlatmaya başladım. Böyle böyle mektuplar gidip gelmeye başladı.Tabii o zamanlar cep telefonu ve bilgisayar yok.Sonra anneme başka nasıl şeyler yazabilirim diye sordum, yazdıklarım beni tatmin etmemiş demek ki. Dedi ki bana, bir kuş olsam pencerene konsam şu an neler yaptığını izlesem gibi şeyler yazabilirsin dedi. Çocuk aklımla kuş olsam fikri çok hoşuma gitmişti, içeriğini anlamasam da uzun yıllar kuzenimle mektuplaştık bu şekilde.Sonra düşündüm kuş olmak ne demekti benim için? İnsan dediğin nasıl kuş olurdu ki? Öyle olsa kuş olarak dünyaya gelirdik değil mi? Kuş olmak o zamanki aklımla özgürlük demekti benim için.Bembeyaz kanatlarını çırparak hayal edemeyeceğin kadar güzel yerlere gitmek, konaklamak, arkadaşlık etmek demekti. Bir de sadece kendin olmak demekti. Başka bir role gerek kalmadan. Kendin olup semalarda süzülmek, herşeye kuşbakışı bakmak demekti.Kuş olup pencereye konmak demek ise; zamanda yolculuk etmek demekti benim için. Hala bunun hayalini kurduğum zamanlar oluyor. Ne vakit bulunduğum andan mutlu olmasam, gözlerimi kaparım, kimi görmek istersem veya nerede olmak istersem onu hayal ederim. Mesela tatile ,denize gittiğimi hayal ederim. Kaparım gözlerimi, şezlonga uzanmışım, akşamüstü güneş yavaştan kızıla çalmakta. Kulağımda dalgaların sesi. Gün yavaş yavaş batmakta. Hafif bir esinti olmuş, biraz üşümüşüm, havlumu almışım üzerime.Sadece o an var, başka hiçbir şey yok. Huzurun dingin sessizliği, sadece dalga sesi.Bir zaman makinası icat edilse nereye ve hangi zamana gitmek isterdiniz? Geçmişe mi geleceğe mi? Ya da şu anda memnun musunuz olduğunuz yerden ve andan? Bir kuş olsam diye geçiriyor musunuz içinizden hiç?

19 Mart 2013 Salı

Şarkı

Muhteşem sözler, paylaşan sevgili arkadaşım Nuray'a teşekkürler.

Mercedes Sosa - Gracias a La Vida - Hayata Teşekkürler Gracias a la vida

gracias a la vida, que me ha dado tanto.
me dio dos luceros, que cuando los abro,
perfecto distingo lo negro del blanco,
y en el alto cielo su fondo estrellado,
y en las multitudes el hombre que yo amo.

gracias a la vida, que me ha dado tanto.
me ha dado el oído que, en todo su ancho,
graba noche y día grillos y canarios
martillos, turbinas, ladridos, chubascos,
y la voz tan tierna de mi bien amado.

gracias a la vida, que me ha dado tanto,
me ha dado el sonido y el abecedario.
con él las palabras que pienso y declaro,
"madre,", "amigo," "hermano," y los alumbrando
la ruta del alma del que estoy amando.

gracias a la vida, que me ha dado tanto.
me ha dado la marcha de mis pies cansados.
con ellos anduve ciudades y charcos,
playas y desiertos, montañas y llanos,
y la casa tuya, tu calle y tu patio.


gracias a la vida que me ha dado tanto.
me ha dado la risa, y me ha dado el llanto.
así yo distingo dicha de quebranto,
los dos materiales que forman mi canto,
y el canto de ustedes que es el mismo canto.

y el canto de todos que es mi propio canto.
gracias a la vida, que me ha dado tanto

-----------

Teşekkürler hayat

Bana çok şey veren hayata teşekkürler
her açtığımda, beyazdan siyahı
gökyüzünün derinliklerindeki yıldızlı görüntüyü
ve de insan kalabalıklarının içinden sevdiğim insanı
ayırt etmemi sağlayan, iki göz verdiği için teşekkürler
Bana çok şey veren hayata teşekkürler
gece ve gündüz demeden,
ağustos böceklerinin, kanaryaların şarkılarını
çekiç ve motor seslerini, köpek havlamalarını, fırtınaları
ve sevdiğimin narin sesini
bütün genişliği boyunca boyunca kaydeden şeyi,
kulağı verdiği için teşekkürler
Bana çok şey veren hayata teşekkürler
haykırıp düşünebildiğim kelimeleri
anne, arkadaş, kardeş, yanan ışık gibi kelimeleri
ve sevdiğim insana giden ruhumun rotası gibi kelimeleri
düşünüp ve açıklayabilmem için bana
sesi ve alfabedeki kelimeleri verdiği için teşekkürler
Bana çok şey veren hayata teşekkürler
onlarla şehirleri, göletleri, deniz kıyılarını
çölleri, dağları ve geniş düzlükleri
ve senin evini, sokağını ve bahçeni gezdiğim
yorgun ayaklarımın yürüyüşünü verdiği için teşekkürler
Bana çok şey veren hayata teşekkürler
yıkıntılardan ayağa kalkışı ayırabilmeyi
şarkımı oluşturan, sizin şarkınızla aynı olan şarkıyı oluşturan,
iki temel maddeyi; gülücüğü ve gözyaşını verdiği için teşekkürler
Herkesin şarkısı olan benim kendi şarkımı..
Bana çok şey veren hayata teşekkürler...

18 Mart 2013 Pazartesi

Ayna

Bu hafta bir hikaye  anlatacağım.
Uzak diyarlardan birinde ufak bir kız yaşarmış. Beş yaşlarında sarı bukleli şirin mi şirin bir kız çocuğu. Evin tek kızı imiş. Anne ve babası ile küçük bir kasabada yeşilliklerin içinde mutlu mu mutlu yaşayıp giderlermiş.
Günlerden bir gün seyyar bir satıcı gelmiş kasabalarına. Sırtında eski püskü bir çuvalı ile bir şeyler satıyormuş.
Ufak kız,  arkadaşları ile evlerine yakın bir sokakta oynarken çuvalı taşıyan bu yabancıyı farketmişler. Nasıl farketmesinler, ufacık kasabada herkes birbirini tanıdığından, yabancının farkedilmemesi imkansızmış zaten.
Hemen yabancının peşine takılmışlar. Yabancı tek tek evlerin kapısını çalıyor ve var mı istediğiniz bir şeyler diye soruyormuş.
Evlerinin kapısını açan kasaba sakinleri önce bu yabancı karşısında şaşırıyorlarmış. Sonra da ne satıyorsun diye soruyorlarmış.
Yabancı, bahçeli ufak bir evin kapısını çalmış.Tombul orta yaşlarda bir kadın açmış kapıyı. Buyrun demiş kadın, birşeyler mi satıyorsunuz diye gönülsüzce sormuş adama.
Yabancı satıcı bu soru karşısında önce derin bir nefes alıp çuvalını yere bırakmış. Bir soluklandıktan sonra; neye ihtiyacınız var diye sormuş kadına. Beklemediği soru karşısında afallayan tombul ev sahibesi, aslında bugünlerde kendimi iyi hissetmeye ihtiyacım var, mutsuzum ama bana ne iyi gelir bilemiyorum demiş. Bir de karşılığında verecek param yok, gördüğünüz üzere iyi bir müşteri değilim demiş.
Kahramanımız ufak kız çocuğu, evin dış sokak kapısından tüm olan biteni izlemekte imiş. Ne tuhaf diye düşünmüş, bütün konuşulanları duyduktan sonra. Parasız alışveriş mi olur?
Yabancı satıcı, gözlerini uzun uzun tombul ev sahibesinin gözlerine dikmiş. Gözlerinin derinliklerinde kaybolmuş. Dikkatlice bakınca kadının gözlerinin parlamadığını renginin soluk olduğunu farketmiş. Ona lazım olan tek şeyin, unuttuğu yaşam enerjisinin hatırlamak olduğunu sezmiş. Dikkatlice bakınca aslında, kadının az önce ağladığını, kapıyı açtığında kadının gözlerinin hala nemli olduğunu anımsadığını farketmiş.
Ben demiş adam, size mutluluk veremem ama küçük bir ayna verebilirim, her sabah uyandığınızda bu aynaya bakıp aklınıza gelen ilk olumlu cümleyi söyleyip 10 saniye beklemenizi istiyorum. Günler geçtikçe böylece kendinizi daha iyi hissedecekseniz demiş. Bunu kendinizi tamamen iyi hissedene kadar devam ettirmenizi istiyorum demiş.
Tombul kadının gözlerinden birden  sağanak şeklinde yaşlar süzülmeye başlamış ve demiş ki ben çok sevdiğim eşimi önceki yıl  kaybettim. O kadar mutlu bir yaşam sürdük ki beraber, onu kaybedince yaşama küstüm, aslında ben de gitmek istedim peşinden ama gidemedim  demiş. Önerinizi deneyeceğim teşekkür ederim demiş.
Bu sırada yabancı satıcı çuvalından küçük, kenar simleri silinmiş ufak bir ayna çıkarmış ve kadına vermiş. Kadın teşekkür ederek peki karşılığında ne vermeliyim size demiş.Yabancı, birşey istemem, siz duygularınızı paylaşarak en güzel hediyeyi verdiniz aslında demiş. Tek ricam, ayna ile işiniz bittiğinde şu kapıda bekleyen ufak güzel kıza onu vermeniz.
Kimbilir günün birinde belki onun da ihtiyacı olabilir demiş ve yoluna devam etmiş.
--
Bu sabah uyandığımda böyle bir hikaye yazmak geçti içimden.Dedim ki kendi kendime; bir ayna alsam elime, uzunca bir süre ona baksam. Sadece baksam. Beklesem ve baksam, o anı sonsuza kadar yaşasam, sadece ben olsam nasıl olurdu? Ben ayna olsam ayna ben olsa, benle aramda hiçbir duvar olmasa, herşey şeffaf olsa nasıl olurdu?
Ne dersiniz? Sizin var mı aynaya ihtiyacınız? Ya da şöyle sorayım. Bu hikayede siz hangisisiniz? Okurken, satır aralarında hangi kahramana yakın hissettiniz kendinizi? Meraklı ufak kıza mı, yabancı satıcı bilgeye mi yoksa yaşama küsmüş ev sahibesine mi?

15 Mart 2013 Cuma

Bir nefes

Günümüzde ne kadar çok koşturmaca içinde yaşıyoruz değil mi?
Özellikle büyükşehirlerde yaşayanlarımız, bu koşturmacadan çok fazla nasibini almış durumda.
Haftaiçi örneğin, işe giderken sabah erken kalkılacak, yollara düşülecek, varsa işyerinin servisine binilecek, servis yoksa erken kalkıp toplu taşıma araçlarına binilecek, arabanız varsa da  önünüze park edenin çıkmasını bekleyeceksiniz.
Plazada calışyorsanız bir robot gibi kimlik kartınızı gösterip, modern havasız hapishanelere girmek de cabası. Labirent faresi gibiyiz.
Hele ki İstanbul gibi bir metropolde yaşıyorsanız trafik en büyük düşmanınız olmaktadır. Azıcık yağışta tıkanan köprüler, yolda geçirilen beyhude zamanlar. 
Haftaiçi yaşanan maraton, haftasonunda da tam gaz devam etmektedir. Haftaiçi ilgilenilemeyen ev, alışveriş işleri haftasonuna bırakılır. Çocuklar kurslara dershanelere bırakılır, onların sosyal işleri ile ilgilenilir, arada azıcık vakit kalırsa kuaföre ya da berbere gidilir, uzun zamandır vakit ayrılamayan dostlara ,akrabalara kısa zaman dilimlerinde vakit ayırarak gönüllerini almaya çalışırsınız.Günün şanslısı iseniz gece sinemaya gitmek için bile vakit kalabilir.
İçiniz sıkıldı di mi, okurken cümleler bile koşuyormuş gibi geldi bana, dürüst olmak gerekirse ben bile yazarken sıkıldım.
Tüm bu koşturmacanın nasıl geçeceğine  sabah uyanır uyanmaz karar veriyoruz aslında.
Her sabah bardağın boş tarafını görüp, negatifliklere odaklanmak da  aslında bizim tercihimiz.
Olaya farklı bakış açışı ile bakmayı denesek günümüz nasıl geçer bir düşündünüz mü?
Bardağın dolu tarafını görerek yani, mesela önce şükrederek başlasak günümüze. Her sabah uyandığımız için, bir derin nefes alabildiğimiz için şükretsek nasıl olur?
Sağlığımız yerinde olduğu için, sevdiklerimiz olduğu için ,eşimiz sevgilimiz çocuklarımız hayatta oldukları  için, onlara sevgimizi ifade ettiğimiz için, oturacak bir evimiz, gidilecek bir yolumuz, çalışacak bir işimiz, ihtiyaçlarımızı karşılayacak paramız ve yapılacak işlerimiz, varılacak hedeflerimiz  olduğu için şükretsek  nasıl olur?
Yaşanan onca karmaşanın arasında bir an dursak kendimize baksak, farkında olsak, ne yaptığımızın, ne söylediğimizin, kim olduğumuzun?
Hazır bahar geliyorken  bir derin nefes alsak nasıl olur?

5 Mart 2013 Salı

20 saniye

Bir 20 saniyeniz var mı ?
Merhaba, güzel verimli farkındalık dolu bir haftasonundan çıkmanın heyecanı var hala üzerimde.Yeni şeyler öğrenmek o kadar güzel ki. Ben bugün size, dün izlediğim ve etkilendiğim bir filmden bahsetmek istiyorum.Yukarıdaki cümle de o filmdeki bir replikten.
Yabancı bir aile filmi. 4 kişilik bir aile, annenin ölümü ile 3 kişiye düşüyor. Bir baba, ufak 5-6 yaşlarında dünya tatlısı bir kız, 13 yaşlarında bir ergen erkek çocuğu ve tüm parasını ufak kızını mutlu etmek için, hayvanat bahçeli bir ev satın alan  baba  var filmde.
Baba, oğlu ile çatışmalar yaşıyor. Sonra bir şekilde iletişim dilini kurmayı başarıyorlar. Çocuk, bir kızdan hoşlandığını ama onunla konuşamadığını söylüyor. Baba şöyle diyor: Sadece 20 saniyelik bir cesarete ihtiyacın var diyor. Sadece 20 saniye.
Ben çok etkilendim, bu cümleden. Bana dokundu çünkü. Sizler de bir düşünün. Sadece 20 saniyelik bir cesaretiniz olsa idi ne yapardınız? Kime neyi söylerdiniz? Duygularınız ne olurdu? Söylenecek bir cümle değiştirir miydi hayatınızın akışınızı? Kaçırılmış fırsatlar olur muydu hiç hayatınızda?
Haydi bir adım ileri götürelim  bunu.
20 dakikanız var sadece şu hayatta. Sadece 20 dakika.......20 dakika sonra bu alemde yoksunuz.
Birini arar mıydınız? Ya da ilk kimi arardınız, ne söylerdiniz, içinizde kalmış, paslı puslu haritalarınız var mı? Ya kalbini kırdıklarınız? Vicdanınızda bastırdığınız ufak çığlıklar var mı, üstünü örttüğünüz?Yaşayamadığınız aşklarınız, sevginizi söylemediğiniz dostlarınız, aileniz, cocuklarınız var mı? 20 dakikada ne yapardınız siz?
Bir düşünün bakalım, hangisini düşünmeye ihtiyacınız var? 20 saniyelik cesarete mi? 20 dakikanızın kaldığını bilmeye mi?

24 Şubat 2013 Pazar

Merhem


Geçenlerde aklıma geldi. Küçükken oram buram yara bere içinde kaldığında, annem hemen bir merhem sürerdi. Merhem sürmeden  önce de  bi güzel söylenirdi bana. Niye düştün evladım diye. Sonra o merhemi sürerken tenime dokunması ile o küçücük yüreğim sevgi ile dolardı. Merhem merhamet demekti benim için. Türk dil kurumunun sözlüğüne baktığımda merhemin açıklaması şöyle: Deriye sürülerek kullanılan, içinde birçok etkili madde bulunan, yumuşak koyu kıvamda, yağlı veya yağsız ilaç.
Bir de küçükken hep merak ederdim, kelimenin nasıl yazıldığını, merhem mi, melhem mi diye.
Nereden geldim ben bu konuya? Günümüzde farkettiğim şey insanların, genelde büyük tıkanmalarını hep duygusal ilişkilerde yaşadıkları. Ben de dahil. Bunda hızlı bir tüketim furyasında olmamızın da etkisi elbette cok büyük. Özellikle burada cevaplanması gereken önemli sorular var. Bunları es geçiyoruz bazen. Nasıl bir kadın ya da erkek ile beraber olmak istiyoruz? Nasıl bir ilişki istiyoruz? Bir ilişkide önceliklerimiz nelerdir? Tüm bunların net olması gerekiyor. Dürüst olmak gerekirse,ben çalışıyorum kendi üzerimde.Yaşam koçu olarak da uzmanlık alanım ilişkiler olduğundan önce kendime koçluk yapıyorum.
Burada sorulması gereken en önemli sorulardan biri de geçmiş ilişkilerimizle  barışıp barışmadığımız. Bu ne anlama geliyor, açıklayayım hemen. Hepimizin geçmişimizden getirdiği bir takım korkularımız, travmatik olaylarımız elbette var. Bunları kabullenip özümseyebildik mi içimizde? Geriden gelen her korku yeni biri ile tanıştığınızda, yeni bir ilişkiye başladığınızda ilk anda olmasa bile bir süre sonra bir set olarak önünüze dikilecek ve hareket serbestliğinizi kısıtlayacaktır. Aynı durum karşı taraf için de geçerlidir.Hepimizin  korkularımızdan oluşan bu çöpleri birbirimizin önüne bıraktığımızı düşünsenize, çöp yığınlarından kimse birbirini göremez olur.
Buradaki bir yanlış düşünce de yukarıda girizgahını yaptığım merhem ile ilgili. Hani deriz ya merhem oldu bana diye. Duygusal ilişkilerde yapılan en büyük hatalardan biri de karşı tarafın bize merhem olacağını, bizim korkularımızı sarıp sarmayalacağını, bize merhamet göstereceğini beklemek ya da düşünmek değil mi? Hadi arkadaşlar dürüstçe düşünün, hangimiz yapmadık bunu ya da yapıyoruz belki hala.
Diyeceğim o ki; o korkularınızı önce sizler sahiplenin, başkasından sahiplenmesini ve size merhem olmasını beklemeyin. En büyük merhem, sizin kendize göstereceğiniz Merhamettir.